Japonlar veya Caponlar

Yayınlandı: Eylül 16, 2010 / Arka Sayfadakiler

 

Şu mukaddes Japon biladerlere her zaman imrenmiş, saygı duymuş bir birey olmuşumdur hep. Kah onur, şahsiyet, haysiyet; kah erdem, ilim, birikim ve yaratıcılığın harmanlanmış, daha doğrusu kolanjla bir araya getirilmiş resmidir gözümde şu Japon yeğenlerim.

Tabi gün olmuyor ki Japonlar kafa patlatıp da “düşünülmeyi düşünelim, yaratılmayanı yaratalım, marjinal de olalım, hatta bokunu, bırak boku felan biz onun da suyunu çıkaralım” menşeli gubidik Japon icatlarına da rastlaşmıyor da değiliz hani. Tamam bu son satırı yazarken kendimle çelişkiye düştüm biraz. Her neyse siz de bir cümleye takılmayın yavrum, özüne bakın yazının, cık cık…

Evet karim, ne diyorduk, Japonlar araştırır, düşünür, bu yüzden dünya üzerinde olmayan bir teknoloji üssü gibidir vatanları. Tıptan ulaşıma konu ne olursa olsun sorunları görür ve insan odaklı çözümler üretirler sonucunda. Hal böyleyken fizik ve matematiği de aşmış olmaları pek şaşılası bir durum değil gibi geliyor insana, öyle değil mi kuzum?

Eeh, amma uzattın” deyip durmayın bre, bu kısa yazıda böyle afakanlar basıyorsa foyanız ortaya çıkmıştır, bu biiiiir; hemen çıkıp işin matematiğini kavramalıyım şeklinde yaklaşıyorsanız da bu sizi sabırsız bir bilim aşığı değil arsız bir sapık yapacaktır bu böyle biline, hah pardon bu da ikiiiii…

Tamam tamam, uzatmıyorum Japon mapon diye. Al abazan kardeşim, adamlar senin için işin matematiğini, sistematiğini, yada ne siklematikse çözümlemişler, bana da yaymak kalır(yayımlamak babında). Bu beni senin sapkınlığın konusunda suç ortağı yapmaz, ben bağğyaaan arkadaşlar tedbir alsın diye buradayım ha kuşum.

***

Oloji

Yayınlandı: Eylül 16, 2010 / Yazdım, Yazıyorum, Yazacağım

Sosyoloji okumadım, psikoloji de. Gerçi burada yazıyorum diye en azından okur yazar olduğum hissiyatına kapılabiliyorsanız ne mutlu benim için. Amma ve lakin sosyal bir çevrede yaşayan bir insanım, ayrıca da kendimle de acayip kankayım, üstüne üstlük çevremin davranışlarını algılamak yada ortak hislerin bilincinde olmak için illa ki “olojik” bölümler okumak da gerekmediği sığlığına da sığınıyorum. Ee daha n’olsun, sen hala sorguluyor musun ki?

Son zamanlarda insan davranışları üzerine bariz bir takıntı yaşıyorum diyebilirim. Aslen ise kobay olarak kankamı yani bizzat kendimi kullanıyorum demem ve bu gözlem süresi boyunca başka herhangi bir canlıya zarar vermediğimi söylemem gerekebilir (Hani her bilimsel deney sonucunda minnacık bir altyazı geçer ya, o hesaptan ve peşinen).

Neyse efendim ne diyorduk; hah, davranışsal gözlemler yapıyorum falan fişman. Ben aslında bu gözlemlere daha ziyade “ruhsal salatalık” demek istiyorum, yani öyle durduk yerde manasız isimler ile sizi de yormak istemem gerçi ama… Tabi bir de bu olayın “farkında olmak” süreci var ki onu hiç sorma bence, gitsin.

“Ne saçmalıyorsun gene ?”, “ne içip de yazıyorsun sen bakim?” diyenler olduğundan açacağım konuyu. Hatta hazır canlı da incitmiyoruz, bari konuyu bir deşip örnekler ve betimlemeler ile beyninizi vıkvıklayacağım, evet evet vıkvık…

Her insanın kimi zamanlarda yaptığı ritmik yada rutin, belli sekanslarda yaşadıkları ve çoğunlukla farkındalık hissi ile irkildikleri anlar vardır hani. İlk girişim ve ilk takıntılar bu yönde olacak. Sonra da ver elini diğer saçma salak takıntılar. Umuyorum bu davranışlar “ulan lisans iyiydi de şimdi ne bulcam lan ben tez” diyen, yüksek lisans, doktora yapacak sosyoloji, psikoloji öğrencilerine sentez niteliğinde olur. Hadi başlayalım madem, öhöm:
U dönüşü yapan yaya paradigması:

Hepimiz insanız o yüzden birbirimizi kandırmayalım öncelikle. Yani bu hepimizin başına geliyor istisnasız. Bir hedefe giderken, yada sadece yaya yaya yürüyorken aniden ters yöne gidilmesinin gerektiği hususlarda cereyan etmekte. O anda, kişi kendi kendine konuşarak ve neden döndüğünü sesli şekilde ifade etme yöntemiyle insanlara bir nevi açıklama yapma gereksinimi duyuyor. Halbuki diğer insanların çok da s.kindeydi senin neden bir anda döndüğün, dimi efendim? Ama dediğim gibi, ben, sen ve o, biz, siz ve onlar da bunu yapıyor, yapacağız.

“Ahaa, halbukisi beriden kredi kartımı da yatırcağdım”, “layn torbayı almayı unuttum dükkandan, ölece çıktım mal gibi”, yada olay sadece “bu yol daha uzun yaa, niye burdan gidiyodum kiii” şeklinde vücut bulmakta.

Yaptığı u dönüşü sonrası insanların dikkatini çekip açıklama yapmaktan da çekinen bir kitle var ayrıca. Onlar da ayakkabı bağlar, bir dükkana öylesine girer veya sokağın köşesine kadar yürüyüp gerisin geri dönerler çaktırmadan. Ah bir de siz yok musunuz “apansız u dönüşü” insanları…

Şeytan aldı götürdü psikodraması:

Bu davranış biçiminde, kişi resmen çevresindeki insanlara salaklığını beyan etmektedir denilebilir. Genel olarak anahtar, toka ve gözlük olmak üzere çeşitli materyallerin cep telefonu gibi çağrı atılarak bulunamaması psikoloji ile “nereye soktum ağzına z.çtımın meretini” şeklinde sinir harbi yaşanması ile başlar. Çok geçmeden bahsi geçen eşyanın kişinin, elinde, kafasında ve gözünde olduğunu fark etmesi ile de sonuçlanır. Asıl salak kısmı ise kişinin vereceği son tepkidir: “aaah, meğer burdaymış, kihi kihi”…

Kondansatör gülümseme eylemi:

Bu davranış biçimi “u dönüşü paradigmasına benzerliği ile dikkat çeker. Yalnız bu çok bilindik olgu biraz psikopat bir davranış biçimi şeklinde olarak algılanabilir. Bu silsile, toplu taşıtlarda, parkta, kafede ve benzeri kamu alanlarında görülen bir davranış dizisidir. Kişi yalnız bir anında topluma karışmış, bir köşede öylece, her şeyden muzdarip oturmakta, çevresine saçma salak bakınmaktadır. Yalnız böyle durumlarda insan beyninin bir oyunu olarak çevrede olup bitenler sadece rom hafızaya alınır; beyni ise, düşünce, anı, fantezi gibi pozitif dialar ve komik hatıralar denizi ele geçirilmiş durumdadır. Şahıs ansızın kendi kendine sırıttığı hissiyatı ile ayılır, çevresini bir yoklar, yüzündeki o salak ve kocaman gülümsemeyi yavaştan silerek toplum içi duruşunu geri takılır.

Kimi garipler ise bu tip durumlarda sanki gülmüyormuş da dişlerinin arasında kalan bir lif parçasını çıkarmakla uğraşıyormuş hissi vermeye uğraşır. Kimi salak da çevresinde olan bir şeye tebessüm etmişçesine kendi kendine konuşur yada belli bi yere gözlerini dikerek “cık cık” lar veya rol keser, bu sebeple hafif gergin bir gülümseme yüzünde kontrollü olarak devam edebilir. Tabi ki bu ilerleyen rol kesmeler kişimizi aslında olaylar silsilesinden çıkarmayacağı gibi daha da yerin dibine sokmaktadır.

Kahkaha ile uyanma ve travması:

Bahsini açacağımız vuku çok sık görülmemekle beraber, genel olarak insanların uykusunda yaşanması ve sonrasında rüyalar gibi kolay unutulması sebebiyle pek sık rastlanan bir ruhsal salatalık biçimi değildir diyebiliriz. Asıl travma yanı ise yatağı paylaşan bir partner var ise oluşmakta.

Kişimiz, uykusunun en şekerli, en boncuklu, en cafcaflı o ağır bölümünde gördüğü rüyanın etkisiyle kahkahalar atarak uyanır. Hala yatakta olduğu gerçekliğiyle olayı idrak etme süreci yaşar, bu süre zarfında suratındaki saçma gülümsemeyi de ters orantıda geçiştirir.

Bir de dediğim gibi mevcut paralelde uykusundan kalkan bir de partner var ise olayı korku dolu gözler ile takip eder. Sonrasında asıl kişimizin uykusuna geri döndüğünü izleyecek ve yorganı boynuna çekerek fal taşı gibi gözlerle çevreyi kolaçan ederek uyumaya çalışacak veya uykusuna bir başka odada devam etme tercihleri arasında kalacaktır. Aslen bu nevi gülünç bir olayın bu nevi korku tüneli etkisi olarak geri dönmesi tamamen gerilim filmlerinin bir mirasıdır denilebilir. Al yanaklım bu da sana bir tez işte…

Keşif hazzı:

İnsan zihninin mucit ve kaşif yönü gerçekten de çok enteresan. Diğerlerinden farklı olarak bahsi geçen bu durum, tek başına fark edilebilir olması ve kişiyi fazla farkındalık hissi ile bozmaması hususları ile de ayrılabilir.

Genel olarak yaz aylarında görülen olay aslında tamamen sistematiktir. Yatakta soğuk kısımlar bulunması ile Amerika’yı keşfetmiş yada fonografı bulmuşçasına bir kendini beğenme olgusu olarak görülür. Yastığın belli bir oranını belli bir süre kullanarak döndürülmesi kişide Antarktika’yı planlı şekilde geçmiş hissi ile kaplar ve James Clark Ross ile aynı kefede hissetmesine sebebiyet verir. Halbuki hala götünden ter akmaktadır cibilliyetsizin.

Kitapsızlar:

Bir başka takıntı şeklinde görülen hadise ise genel olarak tembelliği fazla abartan tabakada fark edilir. Kitap okumayı bir işkence olarak algılayan veyahut ebeveyn baskısı ile kitaptan soğutulmuş azımsanmayacak bir kitle olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Toplumun her yerinde denk geliyorsunuzdur malum, belki de o sizsinizdir hatta. Neyse efendim genel olarak bu takıntının tabanını bu zümre oluşturur işte, sen gerisini yoksay(Bir de vurdumduymazlar vardır onları hiç açmıyorum bile).

Biliyorsunuz belli zamanlarda toplumda yer etmiş, daha doğrusu çok konuşulmuş, hemen herkesin elinde dolanan ve bir de birbirlerine pasladıkları kitaplar olur. Tabi bu bir kitabı okuyup paslama işi ayrı bir sosyolojik olgudur ya neyse… İşte bahsettiğimiz bu kitle bu kitapları çok ama çok merak eder. Ama kitabı okuyabilecek kadar merakına yenik düşemeyecek derece de okuma tembelidirler. İşte bu tip durumlarda içine sığındıkları tutum ise: “amaan, nasıl olsa 2-3 sene sonra filmini çekerler bunun” şeklindedir.

***

***

***

Eeh, şimdilik herkes için bu kadar ruhsal sıkıntı yeter, umuyorum sen de kendinden bir şey bulmuştur. Bulamadıysanız da size yuh olsun, robot gibi yaşamayın biraz insan olun, biraz kontrolü elinizden bırakın diyebiliyorum. Yada en güzeli kendinizi biraz iyi tanıyın, biraz kendinizle dost oldun, yavşaklık edip dışarı felan çıkın beraber, işte bana sormayın da asıl bu ne sıkıntıdır tanrım, oooy.

En azından şimdilik bu kadar sentez yeter diyerek bir yazımızın daha sonuna geliyoruz gene anlamsız cümle kırıntıları ile ve Sezen Cumhur Önal tarzı sevgi kelebeği dilekleriyle…

...insan tam dört dörtlük gelmiyor tabi dünyaya...

…insan tam dört dörtlük gelmiyor tabi dünyaya

LG COOKIE KP500

Yayınlandı: Eylül 14, 2010 / Teknoloji

Apple iPhone ile başlayan dokunmatik furya tüm hızıyla sürüyor. LG tarafından geliştirilen Cookie isimli KP500 modeli de dokunmatik ekranı oldukça hafif bir yapıda sunuyor. Sadece 89 gram ağırlığında olan LG Cookie, Prada modelinden sonra dokunmatik ekranlı en hafif mobil iletişim cihazı olma özelliğine sahip. Siyah plastik dış kaplaması yan yüzlerde kırmızı bir çerçeveyle süslenmiş. 3 inç büyüklüğünde dokunmatik ekranı 240×400 piksel çözünürlük sunuyor. Ekranın hemen altında diğer dokunmatik modellerde olduğu gibi orta tuş ve iki yanında çağrı yönetim tuşları bulunuyor. Cihazın sol yanında kulaklık, USB ve şarj için kullanılan evrensel bağlantı noktası ve hemen altında ses kontrol tuşları bulunuyor. Ses tuşlarına çağrı geldiğinde melodiyi susturup sessiz moda geçtiğini belirten küçük bir simge de eklenmiş. Sağ yanda ise microSD kart yuvası, tuş kilidi ve kamera çekim tuşları yer alıyor. Tuş kilidi tek kademeli olarak basınca ekranı ve tuşları kilitliyor, tekrar basınca açıyor. Cihaz gerçekten çok hafif ve ince. Bu özellikleriyle rahat bir kullanım sunduğunu söyleyebiliriz.

WIDGET’LAR VE KİŞİSELLEŞTİRME

Önceki dokunmatik ekranlı LG cep telefonlarında gördüğümüz arayüzün geliştirilmiş halini kullanan LG Cookie, widget’larla kişiselleştirilebilen ekrana sahip. Son olarak satışa sunulan Samsung modellerinde gördüğümüz kadar fazla sayıda widget bulunmuyor. Takvim, analog saat, dünya saatleri, radyo, müzik çalar, notlar ve fotoğraflardan oluşan widget’ları ekranda istediğiniz yere sürükleyip bırakabiliyorsunuz. Ekranın sağ altında bulunan küçük oka dokunduğunuzda widget’ları saklayabileceğiniz ve düzenleyebileceğiniz küçük bir pencere açılıyor. Ekranda görüntülenmesini istemediğiniz widget’ları buraya sürükleyip bırakabilirsiniz. Bu işleviyle bu birim, ‘widget çekmecesi’ olarak adlandırılabilir. Widget penceresi açıkken ekranın sol altında küçük bir kilit seçeneği görüntüleniyor. Buna tıklayarak widget pozisyonlarını kilitleyebiliyor ve yanlışlıkla yerlerinin değişmesini engelleyebiliyorsunuz. Widget’lar diğer modellere göre daha kullanışlı bir hale getirilmiş. Her widget nesnesine dokunarak daha büyük ve detaylı bir görünüme kavuşmasını sağlayabiliyorsunuz. Widget çekmecesi açıkken cihazı elinizde salladığınızda widget’lar ekranda otomatik olarak sıralanıyor. Böylece üst üste gelen widget’lara parmakla ince ayar çekme zorunluluğu ortadan kaldırılmış.

KÜP MASAÜSTÜ
Popüler Linux dağıtımlarından Ubuntu ile oldukça yaygın bir şekilde kullanılan üç boyutlu masaüstünün basit versiyonu Cookie üzerinde de sunuluyor. Ekranın boş bir yerinden parmağınızı sağa sola sürerek büyük kübü döndürüp diğer yüzündeki ekrana ulaşabiliyorsunuz. Fakat garip bir şekilde küp sadece iki yüzden oluşuyor. Yani aslında iki ekran var fakat aralarında geçiş üç boyutlu bir küp animasyonuyla gerçekleştiriliyor. İkinci ekranda sadece kullanıcı tarafından düzenlenebilen favori kişi kartları bulunuyor. Bunlara dokunarak kolayca mesaj atabiliyor veya arama yapabiliyorsunuz.

TAM DOKUNMATİK EKRAN
Ekranın alt bölümünde telefon, rehber, mesajlar ve ana menü olmak üzere dört kısayol bulunuyor. Dokunmatik ekranda dirençsel modellere göre hassasiyeti oldukça başarılı olan LG Cookie, telefon ekranında parmakla sorunsuzca kontrol edilebilen numara tuşları görüntüleniyor. Rehber uygulamasında ve diğer liste halinde seçeneklerde ekrandaki içeriği parmağınızla tutup yukarı aşağı kaydırabiliyorsunuz. Hızlıca sürüp bıraktığınızda aldığı ivmeyle bir süre daha kaymaya devam ediyor. Genel kullanımının rahat ve eğlenceli olduğunu söyleyebiliriz.

MULTİMEDYA ÖZELLİKLERİ
LG Cookie üzerinde microSD hafıza kartı desteği sayesinde müzik ihtiyacınızı büyük oranda karşılayabilecek bir müzik çalar uygulaması mevcut. Ayrıca entegre FM radyo RDS desteği sayesinde istasyonlar tarafından yayınlanan metin mesajlarını alabiliyor. Arka yüze konumlandırılan kamera 3 megapiksel çözünürlük sunuyor fakat kameranın otomatik netleme özelliği bulunmuyor. Kamera arayüzü de parmakla kontrol edilebilecek kadar büyük simgelerden oluşturulmuş. Genel fotoğraf performansı tatmin edici seviyede. Yeterli ışığa sahip ortamlarda, paylaşmaya ve saklamaya değecek kalitede fotoğraf çektiğini söyleyebiliriz. İnternet tarayıcı ve ses kaydedici gibi sık rastladığımız uygulamalar dışında LG Cookie üzerinde bir de çizim uygulaması bulunuyor. Stylus kaleme de sahip olan LG Cookie, ekranı üzerinde hassas bir şekilde çizim yapmanıza olanak tanıyor. Stylus kalem akıllıca cihazın alt yüzüne yerleştirilmiş. Genelde dikine olan stylus yuvası Cookie’de sıra dışı bir şekilde yatay olarak konumlandırılmış.

SON KARAR
Genel özellikleriyle eğlenceli bir mobil iletişim cihazı olan LG Cookie, dokunmatik ekranlı modeller arasında en hafif alternatiflerden. Hassasiyeti kapasitif dokunmatik modellere göre daha zayıf, Wi-Fi bağlantısı bulunmuyor ve 3G desteği sunmuyor olsa da hafif gövdesiyle genç kesime hitap eden ve nispeten uygun fiyatlı bir ürün.

HAFİF GÖVDE

LG Cookie sadece 89 gram olan ağırlığıyla piyasanın en hafif dokunmatik cihazı

ANİMASYONLU ARAYÜZ

Parmağınızı sağa sola sürerek 3B küp efektiyle diğer ekrana geçebiliyorsunuz

ORTA KARAR KAMERA

Cihazın 3 megapiksellik kamerası otofokus olmadığından orta seviye

HAREKET ALGILAYICI


Algılayıcı sayesinde widget’ları cihazı sallayarak dizebiliyorsunuz

STYLUS KALEM

Alta yerleştirilen stylus kalem ile cihazın çizim uygulamasını kullanabiliyorsunuz

MÜZİK

Cihaz müzik çaların yanı sıra RDS destekli FM radyoya sahip

PUANLAMA

ARTILAR
Widget’larla kişiselleştirilebilen üç boyutlu küp ekran arayüzü oldukça eğlenceli. Gayet hafif ve kullanışlı bir dokunmatik ekranlı mobil iletişim cihazı.

EKSİLER
Kamera yeterli çözünürlüğe sahip fakat otomatik netleme olmaması performansı olumsuz etkiliyor. Wi-Fi bağlantısı yok.

SONUÇ
Hafifliği, eğlenceli özellikleri ve hitap ettiği genç kesimin ihtiyacını karşılayacak fonksiyonlarıyla çok başarılı bir alternatif olacağına inanıyoruz.

TEKNİK ÖZELLİKLER

Arayüz
• Flash tabanlı arayüz

Şebeke
• GSM

Ekran
• 3 inç dirençsel dokunmatik
• 240×400 piksel
• 256 bin renk

Hafıza
• 48 MB Dahili
• microSD (16 GB maks)

Kamera
• 3 megapiksel

Multimedya Desteği
• AAC, MP3, MPEG4, WMA, 3GP

Bekleme / Konuşma Süresi
• 350 / 3.5 saat

Navigasyon
• Yok

Bağlantı
• USB 2.0, bluetooth 2.1

Boyutlar
• 106.5 x 55.4 x 11.9 mm

Ağırlık
• 89 gram

Kupa, Dream ‘Person’un

Yayınlandı: Eylül 13, 2010 / Spor

 

Kupa, Dream ‘Person’un

Finale kadar çok yorulmuşuz anlaşılan, özellikle dünkü Sırbistan maçı hem mental hem de fizik açıdan bayağı bir etkilemiş bizi. Ne o gururlandığımız savunma ne de patlayıcı peşpeşe 2-3 hücumdan eser yoktu.

Maça iyi başlayan tek oyuncumuz Hidayet’in hemen başlarda sakatlanması da kötü oyunumuzla birleşince, maç sonuyla ilgili tahminler daha ilk çeyrekte filizlenmeye başladı.

Rüya Takım 2, çok konsantre başladı ve tüm maçı öyle de devam ettirdi. Savunmada çok serttiler. Bu sertlik çoğu zaman faulle karışsa da gerekli desteği ispanyol hakemden buldular ve sertlikleri maçın her dakikası artarak devam etti.

Anlayış farkı mı, oyunu algılama yeteneği mi yoksa ‘tercih’ mi desek ne desek bilemeyeceğimiz bir hakem üçlüsüyle karşı karşıyaydık. İspanyol hakemin neredeyse ilk yarı boyunca tüm kararları ABD lehine olması, diğer hakemin ispanyolun bu tutumunu dengelemek istermişçesine bize daha nüanslı davranması maça gölge düşürdü.

Maçla ilgili söyleyebileceğimiz çok şey var fakat kupayı elimizden alan en kesin şey, Kevin DURANT. İnsan olmasıyla ilgili çoğu zaman bizleri şüpheye düşüren bir performansla kupayı neredeyse tek başına kazandı. Kullandığı her 3’lük, attığı her dış atış girdi nerdeyse. Savunmada göz açtırmadı uzun kollarıyla; reboundlar, bloklar…

Her şeye rağmen, bizleri final oynamayla bile yetinmekte güçlük çektirecek bir psikolojiye getirmiş 12 Dev Adam’a sonsuz teşekkürler. Türkiye-ABD finalini yaşatmaları bile ‘her yerlerinden öpmemizi’ sağlayan bir başarı.

Son olarak değinmeden geçemeyeceğim. Final maçındaki seyircinin dünya üzerindeki hiçbir müsabakaya girmeme cezası almasını canı gönülden temenni ediyorum. Maç boyunca sahaya tren muamelesi yapanların, milli marşlar ve madalya takma seromonisinde ıslık çalma ve yuhlama gibi en az 28. dünya ülke vatandaşı davranışlarını sergilemeleri televizyon karşısında kıpkırmızı kestirmiştir sanırım, Benim gibi tüm Türk milletini.

Facebook’da Yeni İstatistik Sayfaları

Yayınlandı: Eylül 13, 2010 / Teknoloji

Facebook ile ilgili bir çok kişinin aklını karıştıran konulardan biri, bir konuda Facebook profili oluştururken “hayran sayfası” mı oluşturmak daha mantıklı yoksa “grup” mu? Aslına bakarsanız oluşturulacak olan profilin amacı burada önemli olan konulardan biri ama bunun dışında grup oluştururken sınırlı üyeye sahip olacak olmak (5.000 kullanıcı) ve yeterli istatistik alamamak Facebook‘un da istediği gibi herkesi “hayran sayfası” açmaya yönlendirdi. Gerçekten ayrıntılı istatistik veriyor olması, sınırsız kullanıcıya ulaşma imkanı ve bildirimlerin ana sayfada daha etkin kullanılabilir olması hayran sayfalarını daha çekici bir hale getirdi. Az önce Facebook’un testlerinden birine şahit oldum ve yeni istatistik sayfalarını gördüm. Zaten detaylı olan istatistik sayfalarını daha şık bir hale getirip düzenini değiştirerek yakın zamanda kullanıma açacaklarını düşünüyorum. Daha önceleri tek sayfada bir arada sundukları istatistikleri daha kolay okunması açısından olsa gerek ayrı ayrı grafiklerde sunmaya karar vermişler. Bu sayede şu anki karmaşık yapıdan kurtulmuş olacaklar. Bunun yanında Grafiklerin kampanya ve ya reklam sunumlarında daha rahat kullanılabilmesi açısından direk Facebook üzerinden kayıt edilmesine imkan vermeleri de güzel olmuş. Benim için şu anki istatistik sayfası da gayet yeterliydi ama yenilikler güzeldir. Mutlaka daha farklı, yeni özelliklerde ekleyeceklerdir. Kısa süreliğine gördüğüm için çok inceleyemedim ama yeni özelliklerin olacağı belli. En büyük temennim ise şu anda verdikleri istatistik ortalama 3 gün geriden geliyor, bunu 1 güne indirmeleri ve ya Google Analytics gibi bir kaç saatte bir güncellemeleri, eğer böyle bir yenilik de yaparlarsa gerçekten harika olacak.

Eski Facebook İstatistik Sayfası Aşağıda da yeni istatistik sayfalarından bir kaç ekran görüntüsü yer alıyor.

 Sahip olduğunuz tüm sayfaların istatistiklerinin bir kısmını yine yeni açılacağını tahmin ettiğim “İstatistikler” sayfasından görebiliyorsunuz.

Facebook bu yenilikleri ile “hayran sayfaları”nın giderek artan önemine biraz daha dikkat etmiş oluyor, bizlerinde bu konuya daha fazla dikkat etmesi gerektiğini düşünüyorum. Artık “hayran sayfaları” basit birer sayfadan ibaret değil, bunu aklımıza yazmalıyız…

 

basdegirmen_150

Stres… Hayatımızda hep stres var artık. İş stres, Trafik stres vs.vs.
Eskiden bir haftasonu aktivitesi yapmak istediğimde aklıma eğlence mekanlarından birine gitmek, sabaha kadar dans etmek gelirdi. Ama artık aradığım ve yapmak istediğim şey sessiz ve huzurlu bir yerde dinlenmek. Sakın bunun yaşım ileri sanıp ondan dolayı olduğunu düşünmeyin,  alakası yok. 🙂 Başta söyledim gibi buna neden olan şey stres.

Çok yakın bir abimin diyelim tavsiye ettiği bir yeri sizinle paylaşmak istedim. Henüz gitmek kısmet olmadı, ama havaların güzel olduğu bir haftasonu mutlaka gideceğim.

O kadar güzel anlattık ki gitmiş kadar oldum ve paylaşmak istiyorum.

BAŞDEĞİRMEN ALABALIK TESİSLERİ – Karamürsel

Başdeğirmen yoğun şehir temposundan kurtulup doğayla başbaşa kalmak istediğinizde gidebileceğiniz bir yer. Herton yeşil ağaçlarla dolu dağların eteğinde, sessizlik ve dinginliği yaşamak için muhteşem bir yer.

İsterseniz günü birlik , isterseniz konaklayabiliriz.

Günübirlik- Haftasonu brunch için tercih edebilirsiniz.

Konaklama – Dubleks ve Tek Katlı Evler’de kalınabiliyor. Havuz, Oyun Salonu ve Yürüyüş Parkuru var.

basdegirmen3

basdegirmen1

Ulaşım ise,
İstanbul’a 130 km (1,5 saat) mesafede olup feribot ve karayolu ile ulaşım imkanı mevcuttur. Karayolu ile İstanbul İzmit (Kocaeli) otobanı girip 80km sonra (batı) İzmit cıkışından çıkıp Bursa yolu üzerinden Karamürsel’e ulaşıyorsunuz. Karamürsel’in tüm giriş ve çıkışlarında Başdeğirmen tabelaları hemen dikkatinizi çekecek, tabelaları takip ederek 7km sonrasında Başdeğirmen Alabalık ve Konaklama Tesislerine ulaşacaksınız Tel : 0 (262) 452 99 07

basdegirmen2

 

KPSS – Yılmaz Özdil

Yayınlandı: Ağustos 24, 2010 / Alıntılar

KPSS

Kamu Personeli Seçme Sınavı’nda dümen yapıldığı…

“Öğretmen”lik sınavında 120’de 120 doğru çıkaranların, cemaat-tarikat mensubu olduğu… Tesadüfe bak, karı-koca veya aynı evi paylaşan tiplerin, imkânsız skora ulaştığı… Soruların sızdırıldığı, iddia ediliyor.

*

Sene 1943.

*

Ankara Atatürk Lisesi’nin en pırıltılı iki öğrencisi -birbiriyle canciğer- devlet bursuyla yurtdışında eğitime gidebilmek için, Milli Eğitim Bakanı’nın makam odasına girerler. Bakan bakar çocuklara, “sen oğlum, fazlasıyla hak ettin, gideceksin” der… Sonra öbürüne döner, “sen oğlum, fazlasıyla hak ettin ama, gönderemem, kalacaksın” der. Çocuklar çıkar odadan…

*

“Kalan” elini cebine sokar, yıllardır biriktirdiği harçlıklarını “giden”e uzatır, al bunu lütfen, hiç olmazsa amacımı kısmen gerçekleştireyim der… Kucaklaşır, vedalaşır iki arkadaş.

*

Giden, Gazi Yaşargil.

*

Kalan, Can Yücel.

Milli Eğitim Bakanı’nın oğlu!

*

“Torpil yapıldı” demesinler diye, hak ettiği bursu alamayan Can, hiç kırılmaz babasına… Vekil oğlu olmak, hep ağır gelmiştir ona zaten… Protokol “portakal gibi bi şey”dir onun için, bi kez olsun binmez makam arabasına… Türkiye’nin en heyecan verici şairi olur, diliyle, zekâsıyla eşsizdir ama, bana göre en muhteşem şiiri, boyun eğmeden yaşadığı hayatının ta kendisidir… “Ömrümce muhalif yaşadım, onun için kan grubum RH negatif” der… İçeri tıkılır, kitapları toplatılır, tınmaz bile… Alnı açık yürür, Cambridge’e gitmeyi başarır.

*

Gazi, İsviçre’ye gider, Almanya’ya, oradan ABD’ye… Beyin cerrahisinde çığır açar, ordinaryüs olur, ABD’de “yüzyılın adamı” seçilir. Türkiye ise, askerlikten kaçıyor diye, vatandaşlıktan atarak ödüllendirir onu! Vatansız kalır… Sonra utanıp, Türkiye Cumhuriyeti Üstün Hizmet Madalyası ve Milli Egemenlik Onur Ödülü verdiler, orası ayrı.

*

Gazi’nin oğlu olur, “Can” adını koyar…

Can’ın oğlu olur, Gazi elinden tutar, cerrah yapar… “Rengahenk” isimli kitabını Gazi’ye ithaf eder Can, “Beynin Piri Reis’i” der arkadaşı için.

*

Ve, son nefesini verirken, ABD’den gelen oğlu, kulağına eğilir Can’ın, “Gazi’nin selamı var, seni çok seviyor” der… Can’ın duyduğu son sözlerdir bunlar, gülümser, kapatır gözlerini.

*

Aynı dakikalarda, binlerce kilometre uzakta, Can’dan gelen paketi açar Gazi… Arkadaşının son eseri “Mekânım Datça Olsun” isimli kitap çıkar içinden… Açar kapağını, bakar ilk sayfasına ve ağlayarak okur, son el yazısını: “Gazi, gözümün bebeği, giderayak…”

*

Offf, of.

*

Öz oğluna bile hak ettiğini vermeye utanan Milli Eğitim terbiyesinden… Torpille, tezgâhla, şaibeyle kaynamaktan utanmayan Milli Eğitim zihniyetine.

*

Dönem arkadaşına cebindeki parayı, üstüne yüreğini çıkarıp veren pırıl pırıl öğretmen oğlundan… Dönem arkadaşının cebindeki parayı, geleceğini çalan ahlaksız öğretmen bozuntusuna.

*

Değerli öğretmen adayları…“Her Şey Sende Gizli” şiirinde şöyle der Can:

Gülebildiğin kadar mutlusun

Üzülme, bil ki…

Ağladığın kadar güleceksin

Sakın bitti sanma her şeyi…

*

Sakın bitti sanma…

Her şey sende gizli.

Boyun eğme asla.

Cumhuriyet’e sahip çık.

İpad

Yayınlandı: Ağustos 24, 2010 / Teknoloji

forum resmi

İpad almak konusunda çok git gel yaşadım. Hem ilk çıktığında fiyatı hem de “bana” sunacakları konusunda bir çok yerde olumlu/olumsuz konuştum. İphone’nin aynı işletim sistemini kullanan bir cihazdı neticede ama öyle olmadığını, İpad’in başka bir şey olduğunu kısa sürede anladım.

İpad Hakkında Detaylı Bilgi.

Ürün Türkiye’de satılmıyor, ne zaman satılacağı konusunda da bir açıklama yapılmadı. Ürünü bir arkadaşınız vasıtasıyla yur dışından getirebilirsiniz. Ya da =ipad]Burası ya da Burası gibi alışveriş sitelerinden alabilirsiniz. Ben Sahibinden üzerinden aldım, bir genç satıyordu ondan, elden satın aldım. 
 

Cihazla ilgili görüşlerimi madde madde yazacağım, eski bir alışkanlık.

* Cihaz çok ama çok şık, hafif ve insanın bir anda eline oturan bir yapısı var. İphone ya da ipod kullananlar çok çabuk alışacaklar, hiç kullanmamışlar Apple’ın bu yeni oyuncağına hemen ısınacaklar.

* İlk açılışta her Apple ürününde olduğu gibi itunes’i kurmak gerekli, kuruyorsunuz ve bağlanıyorsunuz. Yine mi İtunes “deyişlerinizi” duyuyorum, aynen bende “bıktık bıktık”

* Cihaz’ı yurt dışında aldığım için, prizini çevirme aparatı yok, ABD fişlerine göre yapılmış, bunu şundan sebep söylüyorum, İpad bilgisayardan şarj olmuyor arkadaşlar. Ama cihaz uyku moduna geçtiğinde şarj oluyor, onu tespit ettim, bir kaç yerde “kapatınca” şarj ediyor faland diyor ama yok, denedim olmuyor..

* İlk göze çarpan harika renkleri, çok temiz ve geniş dokunmatik ekranı. Bu güne kadar bir çok dokunmatik ekranı cihaz kullandım, Apple’ın kullandıkları hep çok başka olurdur İpad’de başka. Kapasitif ekranın üzerine parmağınız buzda kayar gibi dans ediyor. Muhteşem, dokunma hissi İphone’dan iyi.

* Sonra gözüme çarpan şey “HIZ”. İphone, ipod kullanan biri olarak şunu söyleyeceğim “çok” hızlı, safariye tıklıyorum tak açılıyor, ya da başka uygulamalara aynı hızda erişebiliyoruz. Hız her yerde “aynı” performansta, tabi cihaz güçlü, onun hakkını veriyor.

* Safari’ye tıkladım, anında açıldı ve sörf’e başladım, gerçekten başka bir tecrübe. Yani İphone’de denedim bunu ama böyle değildi, bilgisayarda da böyle değil. Sayfalara “dokunuyor olma hissi çok güzel.”

* İnternette gezmek çok güzel, akıcı, hızlı ve eğlenceli. Her zaman bilgisayarın başında sörf yapan ben, ipad’i aldım elime yatağa atladım.

* Ayarları, menüsü, dediğim gibi İphone, ipod ile aynı, kısa sürede alışıyorsunuz. Ayarları zor değil.

* Tüm appstore uygulamaları İpad’de çalışıyor, herhangi bir iphone ya da ipad uygulaması açtığınız da, sağ köşede 2x çıkıyor, ona tıklayınca ekranı kaplıyor, tabi “grafikler” biraz bozuluyor ama sorun teşkil etmiyor. Ayrıca İpad için çok özel uygulamalar da var.

* 720 p film izlemek çok güzel, harika. Oyunlar oynamak çok eğlencel, geniş ekrana göre tasarlanmışları muhteşem. Mesela Red Alert’i İpad için yapmışlar.

     
     
     

 

*Müzik keyfi İpod ile aynı kalitede, aşağıda küçük hoparlörler var, iyi ses veriyorlar ama bir kulaklığın yerini tutmaz tabi. bu arada kutudan kulaklık çıkmıyor. Sadece adaptör ve ara kablosu.

* Herkes “flash” diyip duruyor, benim canımı sıkmadı bu “olmayış.” HTML 5 üzendeki sitelere girdim, tek kelimeyle çok güzeller. Flash’dan daha iyi. HTML5 yaygınlaşırsa harika olacak. Zaten Apple bunu destekliyor, sitesinde de HTML5 desteği veren siteleri “duyuruyor”. Burada İpad ile uyumlu sitelerin adresleri var.

* Şarj süresi muhteşem. Tek kelimeyle “muhteşem” Saatlerce WİFİ açık kullandım. Herhalde 10 saat kullanmışımdır, yani çok ama çok iyi gidiyor.

Biraz da olumsuzluklarından bahsedelim..

* Appstore’e giremiyoruz. ABD İtunes hesabı varsa oluyor ama yoksa, Türkiye’de satılmadığı için “giriş engelleniyor.” Bu Türkiye’de İpad alıp, appstore’den bir şey yüklemek münkün değil cihaz üzerinden ama itunes üzerinden, İphone’e ait programlar yüklenebiliyor.Orada yükleyip, senkronize ediyorsunuz, tak ipad’de programlar. Jailbreak yapmaktan korkan kullanıclar için İpad şu an için “kendine has yazılımları” kullanamadığı için boş olur.

* USB’Den şarj olmaması bir sıkıntı. Her daim yanımızda “adaptör mü” gezdireceğiz?

* Multitasking’den bahsetmiyorum çünkü os4’le birlikte gelecek ve bir çok yenilik.

* Kamera olsa, en azından ön tarafta ve bir sd kart çıkışı olsaydı çok iyi olurdu. Yani “sürekli olarak” usb’den bigisayara bağlamak zor oluyor. İtunes üzerinde upload programları var ama olmuyor. İnsan kendini “kapalı bir odaya sıkışmış gibi hissediyor. Ama benim gibi alışmış olanlar için sorun değil 🙂

Bir kaç tane şeyden bahsetmek isterim. E-Book’larınızı “Apple’ın” okuma kitabıyla değil, başka reader’lerle okuyabiliyoruz. Tabi ki o reklamlardaki gibi güzel değil ama işe yarar. Resmi olarak geldiğinde Türkiye’ye, idefix’de e-kitap satıyor, belki iş birliği yaparlar ve biz de oradan artık satın alırız ucuza.

Ama ben Penguen dergisinin eski sayılarını pdf olarak indirdim, İpad’e attım. Çok ama çok güzel görünüyor.

     
     
     

Şimdilik bu kadar, bir sonraki aşamada sizlere, (Zaman bulursam) İpad’e nasıl Jailbreak yapacağınızı, neler yükleyeceğinizi ve muhteşem instaluss’u anlatacağım. Çünkü İpad’in o zaman keyfi çıkıyor.

Ayrıca İphone’niz varsa, onu nasıl bir modeme dönüştürü, İpad’inizi Wifi’den İphone’nize gösterip, nette 3g farklıyla gezmeyi anlatacağım. İnşallah..

Cihaz muhteşem, benim gibi Apple sevenler zaten aldı, almayanlar için şunu söyleyim “netbook” nedir bunun yanında, sönük bir hesap makinesi 🙂

Alıntıdır..

forum resmi

 

90’ların ilk yıllarından itibaren, sinema endüstrisinin çağa uygun yapılanmasını gerçekleştiren genç yönetmen tayfası içindeki Quentin Tarantino, David Fincher, Alejandro González Iñárritu, ve Christopher Nolan’ın yönettikleri, senaryo kaleme almaları, kurgu anlayışları ve anlatı biçimleriyle izleyicileri yeni berrak sulara yelken açmalarını sağlamıştır. Her ne kadar genç yönetmen tayfası olarak adlarını saysak da, hiç birinin yaşı 40’dan az olmadığını biliyoruz. Belki de adlarını genç olarak söylememi ,yenilikçi ve o zamana kadar süre gelende daha farklı öyküleme anlayışlarının 110 yıllık sinema tarihi içinde rakamsal boyutlarda yer kaplamamışlığıdır. Adlarını saydığım dört yönetmen içerisinde, iki yılda bir her yönettiği olay yaratan Christopher Nolan’ı, en çalışkanları olarak görüp diğer tarafa ayırmalıyız.
1998’de çeşitli festivallerden ödül almış ilk uzun metraj filmi Following, kariyerini şekillendirmene yönelik elle tutulur ilk filmiydi. Zamanla ardından gelen modern klasik Memento (2000), başarılı yeniden çevrim Insomnia (2002), adını bilmeyenlere “elektirik dahisi” Tesla’yı da tanıtan, iki sihirbazın kapışması The Prestige, Tim Burton’ın yönettiği Batman’lerle karşılaştırmaktan geri duramadığımız Batman Begins (2005), The Dark Knight (2008) ve son yapıtı Inception (2010)

İzleyici olarak Batman karakterinin başrolde olduğu 3. filmi beklerken, senaristliğini de Nolan’ın yapacağını öğrendiğimiz rüyalarda geçtiğinden başka sır verilmeyen yapımla karşımızda yer aldı. Başrollerini ünlü oyuncular: Leonardo di Caprio, Ellen Page, Marion Cotillard, Joseph Gordon-Levitt, Cillian Murphy ve Japon aktör Ken Watanabe’nin üstlendiği filmde bilinç altının temellerine inme, paradox, ortak bilinç, zihnin labirentleri ve katmanları, uyandırma(dürtme) gibi her birinden sıfırdan senaryo yazılacak kavramları, (Belki de ileride farklı yönetmenlerin yapıtlarında genişçe görebiliriz) tek metin altında toplamayı başardı.

forum resmi

Dom Cobb (Leonardo DiCaprio) ve ekibi temin ettiği kimyasallar yardımıyla bilincin uykuda en zayıf olduğu REM evresinde görülen derin ve ayrıntılı rüyalarda gömülü değerli sırların yerini öğrenip, çalma işindedir. Dom’un, birden fazla kurban üzerinde etki sağlamış üstün yeteneği, rakiplerinin sırlarını ele geçirme isteğiyle yanıp tutuşan şirketlerin oyuncusu olmasını engelleyememiştir. Ülkesinde işlediği bir suçtan ötürü uzun süredir göremediği çocuklarının yanlarına dönmesine izin verilmeyen Cobb’a, önceki çalma işlerinden tamamen zıt kutupta duran “fikir yerleştirme” işi sunulmuştur. Eğer bunu başarabilirse bütün olanları yok saydıracak yeni bir Başlangıç (Inception) fırsatı yakalayabilecek, çocuklarının yanına dönmesi sağlanacaktır. Yeni hayat için sunulan son görevinin önündeki en büyük engel, sadece Cobb’un “tanıdığı” düşmandır.

Film, deniz kenarında baygın hâlde yatan Cobb’un, silahlı görevlilerce yakalanıp yaşlı bir adamın önüne oturtulmasıyla start alır. Bu türden giriş, son dönemde sıkça karşılaştığımız, filmin son demlerinde bağlanacak olayları 3-5 dakikasıyla gösterip, izleyende merak duygusunu tavan yaptıracak bir seçimdir. Ardından gelen aksiyon dolu rüya içindeki rüya sekansları baş döndürücü aksiyon sahnelerinden afallamış izleyicilere atılan ikinci tokat ve sıkı bir başlangıçların seyirciye vaat edilenin ilk tohumu sayıldığı günümüz sinemasında, beklentileri karşılayıcı tavırdır. Christopher Nolan’ın bir önceki film The Dark Night hâla hafızamızda tazeyse başlangıcın işlenici bir çok açıdan hayli tanıdık gelecektir. Kara Şovalye’yle, film arasında bağlantı kuracak olursak öyle aman aman bir ortak nokta olmasa bile izleyende yer, zaman farklı olacak şekilde ilerlemesini aynı bulması da olası, ama iki filmin de senaryolarını yazan kişinin Nolan’ın kendi olması, sinemasının çekirdeğini oluşturan insanın gizli dehlizlerini ortaya çıkarmada ortak bir tat, hatta alttan alta bir meram duygusu yarattığı da hissedilebilir. Nolan’ın sineması izleyicide bu kadar tutulmasının ana nedeni; yönetmenin izleyiciyi elinin altına alan aksiyon doku ve içeriğini okuduğumuzda muhtemelen ilgi çekici gelecek farklı ana taslak seçiciliğidir.

forum resmi

Yönetmenin buradaki ve diğer filmlerindeki başarısı içerdiği aksiyon sahnelerin soluksuzluğundan çok, hikayenin özünü dolambaçsız anlatışından kaynaklanıyor ve her türden, her kültürden izleyiciyi yakalamayı hedefliyor. Özellikle kurguda oynama yaptığı Memento ve Prestige ‘deki son ana kadar heyecan duygusu ve anlayamamaktan kaynaklanan ilgiyi kaybettirmeden anlatıyı seçişi ve Incepiton’ın da tematik açıdan sıraysıla bağlantı bütünlüğündeki sahneleri, nev-i şahsına münhasır David Lynch’in kendine has kurgu anlayışından filmin bazı bölümleri net açıklayarak az da olsa uzak bir yol tutuyor. Önce öğretip ardından anlaşılır bir dille rüya içine rüyaları geçiren yapı, filmin “son anına” kadar yanımızda rehber bulundurmadan gezmemize imkan sağlıyor.

Filmin akıllarda zaman zaman soru işareti bırakarak ilerlemesi bir üst sahnede doyuma ulaştıran cevapların net oluşu her seviyeden izleyiciyi yakalamaktan geri durmuyor. Inception’ın hikaye çekirdeğini sade bir cümleyle açıklayacak olursak: Ölen karısına özlem duyan adamın, kendisine dahi açıklamaya çekindiği anılarını, uzmanlık alanı olan bilinç altı görevlerinde kendine düşman olarak görmesidir. Yapıyı temelde ki fikrin üzerine kurarken bilinçaltını; çıkmaz sokakların olduğu, her an karşınıza çıkacakları hesaplayamadığınız, sürprizlerle dolu labirent olarak tasvir etmeyi de ihmal etmiyor. Bunlara takiben yapının bir diğer katını (filmden örnek verecek olursak: 2. rüyaya geçiş evresinin dakikaları) tamamlamak içinse filmdeki karakterlerin görevini hazırlıyor. Bilinç altında kaybolmamak için sınırları önceden çevrilmiş dünyayı çizecek mimar ve rüya anında bilinç altında ne kadar ileriye gidilecekse bir önceki evrede bırakılan bir görevli. Basitçe açıklayacak olursak: Gidilecek yer 4. evre ise, 3. rüya evresinde uyanık kalanın üzerine 2. katmanda bağlanılır ve onun üzerinden ortak bilinç(3. evre) inşa edilir.
Evrede her ilerleyişimiz, bir önceki katmanda duyduğumuz acıyı azaltırken, önceki evredeki su, tokat yeme gibi fiziksel durumlar sonraki evreyi etkiliyor. Eğer rüya gören kandırıldığını anladığında rüya çökebiliyor, uyandırılmak isteniliyorsa dürtmek ve zor bir anda tümünden uyanmanın tek yoluysa kendini öldürmek. Zaman kavramı ise rüyaya dalınan evredeki 1 saat gerçeğin/bir öncekinin 5 dakikasına eşit.
Filmin kırılma noktasını yaşatan totemler ise gerçek dünya-sanal dünya farkını göstermekte. Bu totemlerin bir özelliği de sahibinden başka kimselerin dokunmasına izin verilmeyişi.

forum resmi

Cobb’un derinlikte saklı tutma gereksinimi hissetiği Mal’ın ölüm anılarından tutun da sahil kenarında mutlu oluşunu kadar anılar içininde gezinmesini anlatmak için seçilen asansör, filmin zeka kokan anlarına tekabül ediyordu. Cobb’un onca zamanda yaşadığı anıların tümü Mal’la yaşadıkları olması, psikolojisinin derinliklerinde ne denli sorunlu bir yapı içerdiğini göstermesi adına izleyiciye zaman zaman dehşete düşüren sahneleri çeriyor.
Filmin karakter isimlerinden en dikkat edilmesi gereken Ellen Page’ın canlandırdığı Ariadne isminin özelliği, Girit labirentlerinde tutsak kalan Theseus’a,labirentin gizlerini öğrenerek ve verdiği ip ile labirentten kurtaran, Kral Minos’un kızı.
Nolan’ın mitolojiden aldığı isim, filmdeki labirentleri çizmekle kalmayıp, Cobb’un kendiyle hesaplaşmasını sağlayan yegane kişidir. Filmde dikkat edilmesi gereken bir diğer noktaysa, Robert Fischer, Jr.’ın kasayı açtığında karşılaştığı rüzgar gülüdür. Yönetmen burada, Orson Welles’in en ünlü filmi Yurttaş Kane’le paralellik gösteren bir açıklayıcılık kullanmıştır. Yer yer eğreti duran baba-oğul hikayesi yapılan göndermeyle benim gözümde filmde açıklanan “babasına benzeme” yerine farklı bir yöne oturmuştur, iyi de olmuştur. Filmdeki aksiyon sahnelerin bazıları süreyi arttırmaktan başka bir artısı olmasa da olayları anlamaya çalışan izleyiciye nefes imkanı sağlıyor. Ariadne’ye işin inceliklerini gösterilmesi sırasındaki iki ayna arasında gerçekleşen yansımaların sonsuz görüntü oluşturma sahnesi de gerçeklikten sonsuzluğa yapılacak bir iç yolculuğu basit örnekle izleyiciye sezdiriyor. Zeka dolu bu sahne, filmin tüm derdini açıklayacak niteliktedir. Filmin muazzam müziklerinin bestecisi Hans Zimmer öyle bir üst seviye iş çıkarmış ki, sıradaki filme yapacağı müzikleri gölgeleyecek gibi gözüküyor. Bir oyuncunun diğerinden sahne çalmayışı veya filmin önüne geçmesine izin verilmemesi yerinde tercih olmuş.

Filmin çok konuşulan sonu için teorilerimi ve cevaplarımı sıralayayım:
1- “Film bitip, ekran kararmadan önce uzun süredir dönen topaç yalpalıyordu. Bu gösteriyor ki Cobb gerçek hayatta.” Filmden kareleri gözümüzün önüne getirmeyi deneyelim ve Cobb’un en uzun süre topacı döndürmeyi başardığı anı hatırlayalım. Ben üç saniyeden fazlasını hatırlayamıyorum. Şimdi Mal’ın rüya evrenindeki kasasını açıp, topacı döndürmesini hatırlayalım? Uzun süre dönmüştü değil mi?

2- “Cobb, hâlâ rüyada, film bu şekilde bitiyor.” Burada Yusuf’un mahzenindeki yaşlı adamın söylediklerini dönelim “Rüya onların gerçekliğe dönüşüdür” ve Cobb’un çocuklarına bakarsak üzerlerindeki elbise zihnindekiler ve son görüntüdekiyle aynı.
Hatta anılarındaki çocuklar çimenlerin üzerinde oynarken Cobb’un hatırladıkları aydınlık şekilde gösterilir ve zihinde olduklarını inanmamız sağlanırdı. Şimdi sondaki mutluluk sahnesini hatırlayalım, sahnenin farkı var mı?

3-“Gördüklerimizin hepsi, kasadaki gizli sırları çalınan Saito’nun, intikam almak için Cobb’u kendi silahıyla yani bilinç altına erişerek ödeşmesi mi?” Pek yabana atılmayacak bir fikir gibi duruyor. Şöyle anlatayım: Zaman kavramının rüyalarda farklı işlemesinden Saito uzun süre Araf’ta kaldığından tanınmayacak şekilde yaşlanışı görünüyor. Filmin sonu/başında gördüğümüz yaşlılık halinden uçaktaki zamana dönüşü, metal topacın Saito tarafından döndürmesinden sonraki intiharıyla oluyor. Burada Mal’ın kasaya ne sakladığını hatırlayalım, bir metal topaç idi, değil mi? Topaç gerçek-rüya ayrımını belirttiği gibi derinlerde saklı anıların yerine kullanılan bir metafordur. Saito, topacı çevirdiğinde orada kalması için önünde hiçbir sebep kalmaz, çünkü Cobb’un gizli anılarına ulaşmıştır. Cobb rüya görmeyi sürdürmektedir ve aklına yerleştirilen “eve dönme” fikri devreye girer.

4-“Gerçekte Cobb yok, bunların hepsi Mal’ın zihninde oluşturduğu sahte gerçeklikler”
“Cobb: Mal topacı uzun uzun döndürürdü.” cümlesini hatırlarsak ihitmal dışı görünmüyor.(Son dakikadaki topacın dönüşü) Hatta kadın üzerinden “zihnin yarattığı gerçekler” tarzındaki hikayeleri film yapan David Lynch ve Ingmar Bergman’ı örnek verebiliriz. Yine de Mal’ın canlı oluşu akla yatan en son düşüncelerden biri. Cobb, eşinin ölümüyle hesaplaşması kendisiyle de hesaplaşması olduğundan, zihninden Mal’ı yok edip çocuklarıyla mutlu yaşama anısını yerleştiriyor. Bir anlamda, filmin de üstünde durduğu düşleri inşa etmeyi başarıyor.

5-“Filmde gördüğümüz sanal ve gerçek dünyaların hepsi Cobb’un zihninin bir ürünü mü?”
İnsan aklı neyin gerçek, neyin sahte olduğunu büyük oranda ayırmayı başarabilmektedir. Küçük oranın içinde kalan Dejavu(“Wikipedia’dan alıntı: Yaşanılan bir olayı daha önceden yaşamışlık veya görülen bir yeri daha önceden görmüş olma duygusudur. Ânı daha önceden yaşamışlık halidir.) olayında ise rüyamızdaki bir “an”ı gerçeklikle karıştırılması da olası. Yani, akıl rüyada görüleni gerçekte yaşanmış sayıyor. Bana göre, filmin hangi bölümlerinin çok net şekilde gerçek yada rüya olduğu belirsizlik içinde. Buradan hareketle Mal ve Cobb’un yarattığı hayali dünyada, kendi zihin Araf’ında kalması gereken Saito, hangi sebeple orada bulunmaktadır.(Burada yaşlı ve genç Saito’nun ev dekorasyonuna dikkat edelim) Zihnen Araf, ölenin aklında yaşanması gerekirken Cobb’un ve eşinin yarattığı dünyada kalması ve başkasının rüyası üzerine kurulu evreninde neden sadece Cobb’un anıları karışmaktadır.(Birden arabaların içinde varolan Treni hatırlayalım) Tümünü birleştirirsem, izlediklerimizin hepsi Cobb’un zihninde oluşan yansımaların bir hikaye bütünlüğü almışlığı da olabilir. Akıl bu, ne yaptığı belli olmaz, özellikle de anılarını derinliklere gömen kişilerde.
Resim‘;

IMDB
» Inception (2010)
  Yönetmen: Christopher Nolan
Tür: Action,Mystery,Sci-Fi,Thriller
Ülke: USA,UK
Dil: English
Slogan: Your mind is the scene of the crime
Konu: In a world where technology exists to enter the human mind through dream invasion, a highly skilled thief is given a final chance at redemption which involves executing his toughest job till date, Inception.
Puan: 9.2/10  (101,964 oy) Top 250: #3
Süre: 148 min
Oyuncular (ilk 5): Leonardo DiCaprio, Joseph Gordon-Levitt, Ellen Page, Tom Hardy, Ken WatanabeIMDB: http://www.imdb.com/title/tt1375666/

Blog Dünyasına Giriş

Yayınlandı: Ağustos 24, 2010 / Yazdım, Yazıyorum, Yazacağım

Yazınsal olarak bir şeyler paylaşmayı çok severim, güncel olaylar hakkında düzenli olarak yazmayı da… Ama bunlar genellikle arkadaş çevresinden öteye taşmazdı, aynı arkadaşlarımın fikirlerimi ve yazılarımı internet dünyasıyla paylaşmamı teklif etmeleriyle blog dünyasına adımımı attım.

Bu blogda sizlere kendi yazılarımı sunmaktan mutluluk duyarım…
Daha çok güncel konulara ilişkin yazılarımın yer alacağı bu blogda internet dünyasından son yenilikler, görülmesi gereken siteler gibi bir çok konu yer alacak…
Sizlerde beni yorumlarınızla ve istek, öneri, şikayetlerinizle yalnız bırakmazsanız çok mutlu olurum …
Elimden geleni yapacağıma inanabilirsiniz…